6 Nisan 2017 Perşembe

Marc-Antoine Mathieu - Hafıza Çıkmazı

LA MEMOIRE MORT (2000)
Senarist:              Marc-Antoine Mathieu
Çizer:                   Marc-Antoine Mathieu
Işık:                      Christel Colas

GİRİŞ
 “Bana kim  olduğumu sordun. Gerçekten de ben kimim? Sana cevap vereceğim ama önce size kim olduğunuzu söyleyeceğim. Neye dönüştüğünüzü anlatacağım. Yaşadıklarımızdan bahsetmem gerekiyor çünkü hepiniz neler olduğunu unutmuş gibisiniz. Hafızalarınızı tazelemek istiyorum. Belki beni anlamayacaksınız. Önemli değil. Ben sizden sonrakiler için anlatacağım. Zaten önemli olan hep onlardı.”

Tuhaf bir yapının tepesinde oturmuş bir adamın karşısındaki telsiz benzeri cihazdan çıkan bu sözlerin ardından, koca bir kentin ve içini dolduran insanların başına gelen felaketin hikayesi başlangıcından itibaren okuyucuya bir bir anlatılır.

Fransızca’da “La memoire mort” hafızanın ölmesi anlamına geldiği gibi, elektronik terminolojisinde ROM, yani bilgisayarların sabit hafızası anlamına da geliyor. Dolayısıyla yazar albümün isminde kelime oyunu yapmış (“pun”). Hem “hafızanın kaybedilişine” hem de “sabit bir elektronik hafızaya” işaret eden bir isim. Konuyla da birebir örtüşüyor zaten.

MARC-ANTOINE MATHIEU
Marc Antoine-Mathieu takip ettiğim ilk 5 ÇR sanatçısı içinde rahatlıkla sayabileceğim bir isim. Pek çok eserini okudum. Okumakla kalmadım üzerinde düşündüm.Bazen yeniden okudum. Çünkü okuyup kenara bırakılacak albümler değil bunlar. İlginç bir olay bulup öyküyü onun etrafında ilmek ilmek örmeyi seven bir yazar. Bazen bir resmin gizemi çözülmeye çalışılır, bazen gerçekle düş birbirine karışır, bazen bir rakamın içerdiği sırrın peşine düşülür. Bilmeceli bir anlatımı olduğu için hikayeleri merak duygusunu kışkırtarak sürükler insanı. Fakat bundan daha ötesi vardır hep. Katil kim diye merak ettirerek kendini okutan basit gizemlerden ibaret değildir konu. Hikayenin bütünü fikirler ve eleştirilerle dolup taşar. Felsefeyi temele koyup fantastikle normlardan uzaklaşarak yeni gerçeklerin çağrışımlarını davet eder. Okudukça kafanızda kendi hayatınızla veya çevrenizle ilgili eşleşmeler oluşur ve çevrenizi kuşatan “çıkmazların” farklı yüzleri sezilir. Konulara varoluşçu bir sorgulamayla yaklaşırken bunu havada bırakmadan somutlaştırarak verecek kadar ustadır. Protest’tir ama bunu akıllıca, içini doldurarak yapar. Kesinlikle sıradan işlere imza atmaz. Her işinde bir yaratıcılık bulunur. Bazen sonu sizi tatmin etmese de, sona gelene kadar verdikleri, sondan alacağınızı geçmiştir zaten. Bu albümde ise finalin beni tatmin ettiğini söyleyebilirim.

Bir başka sevdiğim sanatçı olan Chabouté gibi Marc-Antoine Mathieu de genelde siyah/beyaz çalışmayı sever. Chabouté daha duygusal ve sade eserlere imza atarken, Mathieu’de bulmacalar yaratma, ilginç ve detaylı bir atmosfer kurgulama gibi özellikler ağır basar. Bir Chabouté bir de Mathieu albümüne Larcenet’nin son dönemini de eklediğinizde  duygular ve düşünceler arasında koca bir gün geçirebilirim.  

KONU
Firmin Houffe isimli kadastro şefinin de içinde yaşadığı kentte her şey otomatiğe bağlanmıştır. Tüm işleri ROM adı verilen merkezi bilgisayar yürütür. Tüm yapılanları, davranışları, düşünceleri ve sözleri içinde depolamakta, tasnif ve analiz ederek gündelik yaşamın devamını sağlayacak kararları vermektedir. “Sonsuz” olarak tarif edilen kentte tüm binalar köşeli, tüm sokaklar dikinedir. İnsanların hepsine dağıtılan telsiz benzeri “karakutu”lar aracılığıyla seçimler de dahil tüm işler rahatça yürürken, artık düşünmeye ihtiyaç bırakmayan bir hayat oluşuvermiştir kendiliğinden. Bir gün kentin içinde nereden geldiği belli olmayan bir duvar belirir. Herkes şaşkındır. Her yapının bir diğerine benzemesi gibi her günün de bir öncekine benzediği, düşünmeye ihtiyaç kalmamış ortamda insanlar afallar. Ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Derken yeni duvarlar belirmeye başlar şehrin içinde. Panik başlar, çare aranır. ROM’dan ilk kez aradıkları cevapları bulamayınca kendi başlarına en basit kararları almakta dahi zorlanırlar.Yeni duvarlar ortaya çıktıkça işler çığrından çıkar. Bu fiziksel çıkmazlar yetmiyormuş gibi insanlarda ilerleyen bir hafıza kaybı görülmeye başlanır. Salgın hastalık gibi yayılır ve herkesi etkiler. Zaman geçtikçe konuşmakta dahi zorlanmaya başlarlar. Hafızanın kaybolması dilin de unutulmasına sebep olur. İletişim tükenmeye başlar. Firmin Houffe’nin tüm çabalarına karşın kaçınılmaz son her gün biraz daha yaklaşmaktadır.


















İZLENİMLER
ROM denilen ve tüm kentin beynini teşkil eden merkezi bilgisayar, “Person of Interest” dizisini seyredenlerin aşina olduğu “Machine”in daha gelişmiş bir versiyonu olarak düşünülebilir. Buradaki fark, insanların hayatlarını kolaylaştırmak için bilerek ve isteyerek makinenin desteğine bağımlı hale gelmesi. Şehrin tepeden görüntüsü bile elektronik bir devre gibi gözüküyor. Mekanik bir işleyiş toplumun iliklerine kadar nüfuz etmiş durumda. İnsanlar bilginin iletiminden ibaret hale gelmiş, bilginin işlenmesi ise ROM’a bırakılır. Bende sağlam ve farklı bir tekno-insan eleştirisi izlenimi uyandıran albüm pek çok şey düşündürüyor. Aynı masada otururken birbirine değil de cep telefonlarına “gömülmeyi” tercih eden insanların trajedisini fantastik bir bakış açısıyla hikayeleştirirken merak uyandırıyor. Bu tarz hikayelerde sık rastlandığı gibi makinelerin insanları ele geçirmeye ya da yok etmeye çalışması söz konusu değil. Makine de diyalektiğin bir parçası sadece ve sanıldığı gibi “omnipotent” bir kudret değil. Hatta bir noktada mağdur. Mathieu günlük hayatımızda sık karşılaştığımız için etkisini yitirmiş bir eleştiriyi bambaşka bir forma sokarak yeniden ilginizi çekmeyi başarıyor .Üstelik bu sayede olayın daha önce aklınıza gelmeyen boyutlarını da fark edebiliyorsunuz.


« La sagesse a été remplacée par la connaissance. La connaissance a été remplacée par l’information.”

“Bilgeliğin yerini bilmek, bilmenin yerini ise ham bilgi almıştı”

Tüm bu olanlar bana diyabet mekanizmasını çağrıştırdığı için “infobetes“ diye birkelime uydurasım geldi. Neden? Hikayede bilginin fazla fazla yaygın ve erişilebilir olmasına karşın kullanılamaması, işlenememesi  diyabeti akla getiriyor. Bu hastalıkta da şeker bol ama hücreye alınıp kullanılamıyor. Fazla şeker dolaşımda devri daim yaptıkça bu sefer tüm sistemler üzerinde olumsuz sonuçları oluyor. Burada ise bilgi ortalıkta fır dönüyor ama kullanılamadıkça yapıcı değil yıkıcı bir etkiye yol açıyor insanlar üzerinde. Dört yanımızı saran şekerli ürünlerin reklamı gibi bu kentte de her yeri bilgiye daha kolay ulaşım vaad eden ilanlar ve reklamlar sarmış durumda. Oysa insanların bilgiyi işleyebilme yeteneği çoktan körelmiş. İnfobet çoktan sisteme yerleşmiş.

Şehrin kadastro işlerinde çalışan Houffe işinin tarifini “Üç boyutlu bir şehrin dümdüzmüş gibi planlarını çıkartmak” olarak yapıyor. Bu anlam çizgiromanın tamamını düşündüğünüzde insanları da içine alacak şekilde büyüyor. Boyutlarını ve hacmini kaybetmiş, “görev insanı” haline gelerek nesneleşmiş, derinliksiz bir toplum. Komuta zincirinden ibaret bir zihinsel faaliyet. Salt teknoloji hakimiyetiyle, insanlığın kadastrolaştırılarak dümdüz edilimesi ve basit ölçümlerden ibaret bir toplum haline gelişi.

Hikayenin başında ilk kez Houffe ile tanışacağımız sahnede içinde Houffe’nin de olduğu bir toplantıya tanık oluruz. Katılımcılar “şehrin ontolojisi” üzerine tartışırken değişik fikirler öne sürer. 

 “Pour ma part, je pense que si la ville est carree, plutot que ronde, c’est une vie d’esprit due a notre culture: Nous preferons sans doute la raison au sentiment, la matiere a l’esprit.”

Şehrin sınırsız yapısı gibi pek çok konu konuşulduktan sonra biri yukarıdaki cümleyle, şehrin daire temel alınarak değil de kareler  ya da dik doğrular baz alınarak inşasının aynı zamanda yaşayanların tercih ettiği kültürü de yansıtacağını belirtir ve kare tercihiyle mantığı duyguya, maddeyi  maneviyata tercih edeceklerini ekler. İşte hikayenin ya da sorunların temelini tespit eden bu cümle olur.Oysa tüm bu tartışmaları anlamsız ve işe yaramaz bulan Houffe bu esnada iskambilden ev yapmakla uğraşır. Houffe bu sahnede belki de tüm şehrin kaybettiği sorgulama yeteneğini temsil eder. Değerli konuları tartışmak yerine üflesen yıkılacak beyhudeliklerle zaman geçirmeyi tercih eden sözde bilgi çağı insanının bir modelidir adeta. Sonunda olanlara uyandığında “O zamanlar kendimde değildim” diyerek bu olaya da gönderme yapacaktır. Aslında tüm kent aynı neticenin pençesindedir. Bir karede evlerin duvarlarını kırarak merkezi bilgisayara gitmeye çalışan Houffe onca gürültüye rağmen gözünü önlerindeki televizyondan ayırmayan bir çiftle karşılaşır. Hipnotize olmuş gibidirler. Akıllara “A Requiem for a Dream” filmini getiren bu sahnede insanların kendi kendini yiyip bitirmesinin fotoğrafı okuyucuyla buluşur.



Hikayede kentin yaşam algısını değiştirmesi, farklı bir kültürel mimari geometriye geçişle temsil ediliyor. Yaşamımızı tutsak eden tüm yapıların köşeli olması, ana mimarisinin bir küboid olması bir rastlantı mıdır? Bir düşünün: televizyon, cep telefonu, kendimizi kapattığımız evler. Hepsi kutumsu bir geometriye sahip.  Kim Williams mimari ve geometri üzerine kitabında (The Well-rounded Architect) şunları söylüyor: “If shape plays an important role in a culture's cosmology, it is likely to play an important role in its architecture”. Son derece başarılı bir sistem eleştirisi olarak alınabilecek “Cube” filmine bu açıdan bakıldığında küboid geometrinin makineleşmeyle bağlantısına farklı bir bakış açısı elde edilebilir belki.

Teknolojiyi kullanmakla teknolojiye teslim olmak arasındaki farkın doğurabileceği felaketleri şiir gibi bir anlatımla gözler önüne seren bir albüm olarak değerlendirebilirim.

Albümün son sözü, yazının da son sözü olmayı hak ediyor bence:
“Sans langage, y-a-t-il une realité?”
(Dil olmasa, gerçek diye bir şey kalır mı?)



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...