27 Nisan 2018 Cuma

Öykünün Şimdiki Zamanı (Semih Gümüş) (2007)

Kitap notlarına pek giremedim blogda. Arasıra bahsediyorum şimdilik. Bu da o aralardan biri olsun. Semih Gümüş’ten bir öykü derlemesi okudum. 25 çağdaş Türk yazardan 25 öykü. Semih Gümüş sık sık çeşitli seçkilere  imza atan bir edebiyat gönüllüsü. Yalnız bir ara “Editörler çok önemlidir, hatta yazarlardan bile” dediğini dinlemiştim kendi ağzından. Abartma hakkını kullandığını varsayıp şimdilik üzerinde durmayalım. Kitapları eleştirmekten ziyade düşündürdüklerinden bahsetmeyi seviyorum. Ama tutmayın beni, bodoslama bir eleştiri yapacağım. Kapağı hiç beğenmedim. Hatta o kadar beğenmedim ki burada kullanmak için 10 dakikada yeni kapak yaptım :) Görsellik özellikle çağımızda önemli, içerik ne kadar değerli olursa olsun hiç değilse kapağa özen gösterilmeli. 

Derlemedeki favorilerim  Aslangöz (Cemil Kavukçu), Hiçbiryer Barı (Kadri Öztopçu), İkinci Ada (Mehmet Zaman Saçlıoğlu), İkinci Ada (Mario Levi), Mikail’in Kalbi Durdu (Ayfer Tunç) ve Tahta Kuşlar (Aslı Erdoğan) oldu.

Okurken müzik dinlemeyi severim. Bu kitap için seçtiğim parçalardan biri "Rüzgar Uyursa". Refik Fersan bestesi ve Muhittin Kozanoğlu güftesi. İncesaz yorumuyla iyice güzelleşmiş. 2013 İncesaz albümü "Geçsin Günler"den. Solist, Dilek Türkan'dan sonra gruba katılan Ezgi Göker.  


Konuyu dağıtma konusundaki rakipsiz potansiyelimin farkında olduğum için hemen kitaba geçelim :) Kısa alıntılar ve minik yorumlarla çağdaş öykülerimiz. 

ÖYKÜLER
Tarzan (Mehmet Baydur)
Üç kişilik, bugünlerde “butik” diyebileceğimiz bir sirk kumpanyasına bakış. Hani Hokkabaz filmindeki gibi ama hayvanlısı :) Önce sandalye iskemle farkını düşündürüp sonra on metrelik bir mesafeyi gülünç olmadan yürümenizi imkansız kılan bir “çamur”dan bahseder. Bu çamurun ne olabileceğine dair Westworld dizisini tahlil eder gibi düşünebilir insan. Ben düşündüm. Sonuçlar bana kalsın.

Aslangöz (Cemil Kavukçu)
“Geberesice” denilen dede ve “Aslangöz” adı takılmış amcanın hazin bir geçmişin gölgesinde tık nefes, tek göz kalışları. Aynı takımda oynayan ama birbirine pas atmayan iki küskün. Affedilmez hatalardan erken emekli olur bazı ilişkiler.

“Amcamın varlığı evde bir tür yokluktu. Ama asıl yokluğunu, bir daha gelmemek üzere gidince anladık.”

Berlin’de Sis (Feride Çiçekoğlu)
Şehirle dertleşen bir kadın. Yalnızlık neler yaptırıyor insana. Aradığı insanı bir türlü bulamama paniği. “Yoksa her öyküye roman olur diye mi başlıyorum?” :) Zekice bir sorgulama. Evcil ruh ve evsiz ruh ayrımı.

Ruh İkizini Arar (Mahir Öztaş)

“Artık sesinde öfkeden çok bir boyun eğme vardı ve anlayamadığı gizli bir adaletin karanlıklarına batıyor, batıyordu.”

Atımla Ben (Hasan Özkılıç)
Yaylı atı ve yarış atı. Tabiatı zorlamamalı.

Hiçbiryer Barı (Kadri Öztopçu)
Bir Bukowski sahnesi.

“Nereye?” dedi barmen. Geidecek yerim yoktu. “Hiçbir yere” dedim. “Bilirim” dedi, “Güzel yerdir”.

Durmadan aynı barda kalıp sıkıldıkça “Ver elini Meksika” diyen izbandut karakteri ilginçti.
  
Hırça Mapası (Mehmet Günsür)
Hamsun’dan harika bir alıntıyla açılıyor. Kadına “Bir tane daha gülümser misin?”diyen bir adam barındırıyor. Adam bilemiyor ama, sevilmekle kabul edilmek arasında bir fark olduğunu seziyor. Hırça mapası ile tanışma.  

Stelyanos Hrisopulos Gemisi (Murathan Mungan)

 “Halkın kendisinden geçmeye çok ihtiyacı vardı. Kendisine katlanamıyordu çünkü”.

“Balon patlatma yarışmasında herkes birbirinin balonunu ve üzerindeki şiirin sözlerini patlatmaya çalışıyor Havaya binlerce boş söz saçılıyorç Kahkahalar yükseliyor. Herkes birbirinin suçluluğuyla yaşıyor.”

İkinci Ada (Mehmet Zaman Saçlıoğlu)
Fantastiğe göz kırpan esprili bir öykü.

 “Burası günün bu son treninin bugüne dek durduğunu hiç anımsamadığım bir ara istasyon olmalıydı.”

“Sonsuzluk duygusu veren şeyin, iki adım önümü görmemi engelleyen bu yoğun sis olması beni şaşırtmıştı”

İkinci Ada (Mario Levi)

“Birçok duygu belki de birçok eserde olduğu gibi ilk tasarlandığından çok farklı bir şekilde gün ışığına çıkacaktı.”

Azılı bir okul düşmanı olarak aşağıdaki paragrafı da önemsiyorum:

“Ben uzun yıllar o okulların birinde okumuş, o okulun, bizlere şöyle ya da böyle yutturulmak istenen her okul gibi uygarlığa açılan bir kapı olamadığını, birçok olumsuzluğu, gönlümce dolaşamamaları ve kendime yetememeleri yaşamaya mecbur bırakıldıktan sonra anlamış ya da daha doğru bir söyleyişle okulun önerdiği uygarlığın, hayalini bir zamanlar kurduğum uygarlıkla hiçbir ilgisi olmadığını ayrımsamış, sinemalaraysa belki de bu yüzden olur olmadık zamanlarda hep kaçmış, hep sığınmış ve ne yalan söyleyeyim, buradaki çağrıları okuldaki o konuşamamaların nedense en sağlam seçeneği saymıştım.”

Konuk (Faruk Ulay)

“İyi niyetimizin yağmalanmasına katlanmak zorunda kalmamızı kendimize yediremiyoruz.”

Ne çok hissederim bazen bunu.

Gece, Bir Otel Odasında (Özcan Karabulut)
“Üç pantolonlu çocuk” karakteri zihnimde büyüdü büyüdü büyüdü ve o kadar gürültülü bir hal aldı ki öykünün sesleri duyulmaz oldu. Tiksindim aynı sokakta yürüdüğüm insanlardan. Tiksindim pek çok şeyden.

Üç pantolonlu çocuk kim mi? Yazardan dinleyelim:

“Küçük bir erkek çocuk belirdi yanı başımızda. Kirli pasaklı, kapkara bakışlı o çocuk. Pantolonunu çıkarmaya başladı. Ardından bir, bir tane daha. Ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyorduk. Anlayacağımız, üç pantolonu üst üste giymişti. Amcalar pislik yapıyorlar, dedi. Evet, bana dedi, bunu herkes duydu. Gözleri gülümsüyordu sanki, çocukluğuna verdim. Kısa ama etkileyici hikâye, pisliğin her yerde olduğuna inandırmak için yeterliydi. Orada, sokak ortasında, hepimiz birer korkuluk gibi duruyorduk. Hayatınızın kararması için bir çocuğun ağlaması çoğu zaman yeterlidir. Amcaların pisliğinden kurtulurum umuduyla üç pantolon giyerek her defasında zaman kazanmaya çalışan küçük bir erkek çocuğunun çaresizliği karşısında ne yapabilirsiniz? Susarsınız, yalnızca susarsınız. Sustuk.”

Yatak (Hasan Ali Toptaş)

“Ciddi olmak hep yetişkinlere özgü zannedilir ama aslında onlarınki kurgulanmış bir ciddiyettir.”

Kalbiye’nin Gürültüsü (Hakan Şenocak)
Kalbiye hanımın öyküsü.  Yalnızlıktan, kanatsızlığa tutunmak.   

Mikail’in Kalbi Durdu (Ayfer Tunç)

“…gösterişli bir yabancılıktan fazlasıyla hoşlandığım için, bir türlü çıkıp gidemediğim, abartılı neşeleri samimi acılarla örülmüş bu karanlık insanların dünyasında kalmaz; gitmenin tam zamanı olduğu halde, tembelliğin tadında kendimi unutarak gidemediğim zamanların birinde, çekip giderdim.”

“…Borçlarını günü gününe ödeyen, güzel ve sağlam evlerde oturan, kendilerini çok düzgün bulan insanların hiçbir zaman anlayamayacakları gecelerin dünyasında…”

O Yaz Hepimiz Bitlendik (Müge İplikçi)

“Bekleme arzumu tüketiyordu”
“Manzara çok güzeldi çünkü çocuktuk”

Yaz Gecesi Gökyüzü (Barış Bıçakçı)
Kısa bir yol hikayesi.

“Yolculuk…” diyorum.
Mahir başını sallıyor. “İçimizdeki taşlar yerine oturuyor” diyor.

Yılankavi (İnan Çetin)

“Düğümler günbegün büyüyordu oysa.”

Kemik (Doğan Yarıcı)

“Bu mezarlıkta anlatılan çok hikaye var”

Tahta Kuşlar (Aslı Erdoğan)
Felicita Filiz ve “yarı kaçık veremli kadınlar kafilesinin “Amazon Ekspresiyle” unutulmaz bir gece yolculuğu.

“Korkunç geçmişinin anısı, varoluşunun kanıtı için gerekliydi ve ruhunda kutsal bir köşe edinmişti.”

 “Vida e bonita”

Gün Ortasında Arzu (Behçet Çelik)

“İçeri girerken –tahrif ettiğimiz kimliklerimizle– dalga geçerdik kendimizle. Az önce gazeteyle kaplanmış kitaplar değiş tokuş etmiş olduğumuzu anımsatırdık birbirimize. Birkaç adım sonra, sessizleşirdik. Yok, utanmazdık birbirimizden, birbirimize sığınırdık. Yıllar sonra, kocaman kahkahalarla andık o günleri. Büyümüştük –öyle sanmıştık. Geride kalmıştı bir dolu macera. Maceranın adı, tanımı değişmişti.”

Takma Bir Göz (Sibel K. Türker)

“Birkan kekikten nefret ediyor. Bunun daha on yaşlarındayken gittikleri babaannesinde kekikli pirzola kemirirken, kocasının hayatında bir başka kadın olduğunu ağlayarak haykıran ve akabinde babaanneden okkalı bir tokat yiyen annesiyle bir ilgisi vardır belki. Ancak şimdi konumuz bu değil.” 

İma Kılavuzu (Murat Yalçın)
Bu öykünün özellikle ismi çok hoşuma gitti. 

Aşkar (Sema Kaygusuz)

“Yüzüne dökülen tel tel güneşli gölgeler, kahve koyusu gözlerinin ışığıyla kaçak dövüşürken; o doğurmamışlık, o sormamışlık, o aklına ne geldiyse bilmemişlik diken diken olup kafasına saplanmaya başladı.” 

Pancar Vagonları (Faruk Duman)
Şeker fabrikalarının “katledildiği” günümüz siyasi ortamında bu fabrikaları ve çalışanlarını konu alan bir öykü.

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

26 Nisan 2018 Perşembe

"Morituri" (Korkusuzlar) filmi (1965)

İkinci dünya savaşı sırasında geçen bir film. Almanlar bir gemi dolusu lastiği savaş araçlarında kullanmak üzere sevk etme hazırlığında. Robert Crain (Marlon Brando) Alman olmasına karşın savaşı reddeden, zengin ve sanat düşkünü bir pasifist. İngilizler de bu lastiklerin peşinde. Robert Crain Almanlara vermekle tehdit edilince Weil ismiyle mecburen casus olarak gemiye biner. Görevi kaptanın yakalanma halinde malzemeler Müttefiklerin eline geçmesin diye devreye sokacağı patlayıcı sistemi etkisiz hale getirmek. Kaptan Mueller rolünde ise bir başka yıldız Yul Brynner var.    
Filmin ismi antik Roma’da gladyatörlerin seyircilere söylediği bir Latince sözden alıntı: “Ave Imperator, morituri te salutant”. “Biz ölümün yolcuları imparatoru selamlarız” gibi bir anlamı var.

Yine bir başka savaş filmi vardı: “Go Tell the Spartans” . Fransızlardan cepheyi devralan bir Amerikan birliğinin Çinhindinde Vietnamlılara karşı mücadelesini anlatıyordu. Orada da Amerikalılar geldiğinde Termofili savaşına gönderme yapan bir Fransızca yazıyla karşılaşırlar: “Etranger, dit au spartans que nous demeurons ici par obeissance a leur loi”. Bu gönderme biraz onu hatırlattı.


Film savaş karşıtı. Hem Robert Crain/Weil (Marlon Brando) hem de Kaptan Mueller (Yul Brynner) şantajla bu görevi kabul etmek zorunda kalan insanlar. Birini Almanlara vermekle, diğerini ise kendisi gibi orduda görev yapan oğluna zarar vermekle tehdit ederek ikna ediyorlar. Sanki antik Roma’daki arena’nın sınırları tüm dünyayı kapsayacak kadar genişletilmiş gibi bir savaş ortamı var. Filmin ismi de buna gönderme yapıyor zaten. İki adam birbirine düşman milletler lehine çalışsa da ikisi de sıkı bir emir/komuta sistemi ve vatanseverlik palavralarıyla sürdürülen vahşetin anlamsızlığının farkında.

Marlon Brando bir sahnede kamarasına gider. Önce aile fotoğrafına, sonra aynaya bakar. Ardından duvardaki rafı hırsla yumruklar. Benzer bir sahneyi Kaptan Mueller de yaşar. Oğlunun büyük bir İngiliz gemisi batırdığı haberi geldiğinde herkes tebrik eder ve küçük bir kutlama yapılır. Tam bu sırada vurulan carapace tipi geminin görevinin ne olduğuna katalogdan baktıklarında hastane gemisi olduğu anlaşılır. Kaptan Mueller’in yüzü değişir. Salonu terk eder. Zıt kutuplarda olsalar da birbirine yakın iki ruhun yaşadığı benzer dönüşüm ve isyan seyirciye bu şekilde paralelliklerle çıtlatılmış olur.

Yine masa başında Weil’ın casus olup olmadığının anlaşılması için sohbet bahanesiyle soruşturma yapan konuk Almanların sahnesi, "Inglorious Bastards"ın masa başındaki manidar söz düellosunun daha basit ve öncül bir versiyonu gibi geldi.


Kaptan gemideki kızın Yahudi olduğunu öğrenir ve ilk limanda kaçırmak ister. Kız Almanların elinde korkunç şeyler yaşamış, perişan bir psikolojiye sahiptir. En sonunda isyan bastırıldığında Kruse isimli ahmak ikinci kaptan bu kızcağızı vurur. Saklandığı yerden olaya şahit olan Weil o an umursamaz tavrını kaybeder. Bir ülkenin olmasa da bir şeylerin tarafı olur. İnsanlık onuru incinir sanki. Gemiyi Müttefiklere teslim etmek yerine batırmaya karar verir. Yani iki tarafın da canı cehenneme der kendi içinde. Tarafsız bir pasifistten, tarafsız bir aktiviste evrilir. Önemli bir sahneydi. Hatta filmin içinde bir sahneye ünlem işareti koy deseler buraya koyardım. Bazen insanı harekete geçirmek için bir musibetle karşılaşması gerekebiliyor. Ne diyordu Haldun Taner

"İnsanoğlu harekete geçmek için ara sıra onurunda bir hakaret kırbacının şaklamasını bekliyor galiba..." 


Filmin senaryosu Oskarlı Daniel Taradash tarafından yazılmış. Taradash savaş ve kutuplaşma karşıtı işleriyle tanınıyor. “From Here to Eternity” filmiyle Oskar almıştı. Burada senaryoyu sıradan buldum ama mesela aklımda kalan bir sahnedeki laf hoşuma gitti. Kaptan, Kruse ile tartışır. Kruse, Yahudi kıza karşı öğretilmiş nefretini kusar. “Cheyenne Autumn” filmindeki komuta manyağı kale albayı gibi emir verildikten sonra gözü kapalı her şeyi yapabilecek bir şahsiyetsizdir. Mueller’e bu yumuşak davranışlarının sonucuna katlanması gerekeceğini söyler. Kaptan acı acı bakar ve cevabı yapıştırır:

 “The worst consequence would be to have to fight alongside men like you”.     

İnsan bazen kendi ailesine, arkadaşlarına, milletine, hatta türüne karşı çıkmak zorunda kalabiliyor. 

Yul Brynner ve Marlon Brando olmasa kendine seyirci bulması zor bir film olabilirdi. Donkeyman rolündeki Hans Christian Blech'i de beğendim. Potemkin Zırhlısı ve Crimson Tide gibi filmleri anımsatan ama onlar kadar tad vermeyen bir film. İkisini de çok beğendiğim başrol oyuncularının filmografisinde önemli bir yeri olduğunu düşünmüyorum. Tekrar seyretmem ama sıkılmadan izletti.  






















Hans Christian Blech

Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.

25 Nisan 2018 Çarşamba

San Junipero Bölüm İncelemesi: Black Mirror Dizisi


Black Mirror, Electric Dreams’e benzer şekilde her biri ayrı bir hikayeyi barındıran genel olarak distopik bilimkurgu temalarını işleyen başarılı bir dizi. Üçüncü sezonun dördüncü bölümü San Junipero, etkileyici hikayesi yanında 80lerden 2000lere uzanan nostaljik bir yolculuğa çıkarmasıyla kolay kolay unutulmayacak bir iz bırakıyor.

Oyunculuklar müthiş uyumlu. Dört dörtlük bir kimya. Nefis bir senaryo. İlk yarısında iki genç kızın arasındaki aşk ilişkisini ön plana çıkaran, sonrasında ise işin bambaşka bir boyutunu sergileyen,  geleceğe iyimser bir bakış. Zihninizi düşünmeye kışkırtan ama bir yandan da duygularınızı ayaklandıran enteresan ve coşkulu bir hikaye. Hele finali!  Hele o son sahneler! Ciddi ciddi duygu boşalması yaşıyor insan. En azından bana öyle oldu :) Çok güzeldi çok.   


EFSANE BİR GİRİŞ
Beylik tanıtım laflarını böylece geçtikten sonra gelelim içeriğe. Bir kere açılış unutulmaz. San Junipero kentinin buluşma noktası “Tuckers” klübünün yan cephesinde defalarca seyrettiğim kült film “Lost Boys”un posterini gördüğüm anda hikaye beni tavlamış oldu. Dakika bir gol bir. “Lost Boys” aynı zamanda bir taşla iki kuş vuran harika bir göndermeydi çünkü hem hikayenin 80lerde geçtiği vurgulanmış oluyor (1987) hem de “vampirizm” üzerinden hep genç kalınan bir ölümsüzlüğe atıf yapılıyordu. Defalarca seyrettiğim, çocukluk arkadaşım diyebileceğim klasik filmimi görmenin sevincini daha atamamışken bu sefer de bir dükkanın vitrinindeki televizyonlarda “Max Headroom”a rastlamak iyice iştahımı kabarttı. Geçirdiği kaza sonrası sadece dijital ortamda varolabilen bir gazetecinin hikayesini anlatan Max Headroom, konusu açısından da bu diziye en uygun atıflardan biriydi. Arka arkaya gençken takip ettiğim dizi ve filmlerin yeniden karşımda belirmesinin etkisiyle ekrandan yayılan zamanda yolculuk hissi iyice yoğunlaştı. E artık ne olsa seyrederim diye düşünürken, Yorkie isimli kızın çekingen adımlarla klüpte yürümesiyle beraber ritmik ve tanıdık “blip blip blip” sesleri kendisini duyurmaya başlamaz mı! Tam “Yoksa bu duyduklarım?” diye düşünürken ekranda beliren manzara yanılmadığımı gösterdi: Arcade makinaları..!  Bu jeton canavarlarına az kola parası yedirmemiştim zamanında. Daha 5 dakika dolmadan bu kadar çok referansla gönlümü fetheden bir diziye ilk defa rastladım.  



HİKAYE
Yorkie içine kapanık bir genç kız.Tutuk adımlarla gezdiği klüpte Bubble Bobble oyununu oynamaya başlar. Yanına gelen geek çocuk Davis tek ya da iki kişi oynandığında finalin farklı olduğu ilk oyun olduğunu söyler. İkinci defa seyrettiğimde bu sözlerin dizinin finaline daha en başından yapılan bir gönderme olduğunun farkına varıyor insan. Zaten pek çok atıfı ikinci izleyişimde fark ettim. Kız çocuktan kurtulmak için uzaklaşıp dans salonuna gider ve oturur. Mekanda grubun dört üyesi de kadın olan “The Bangles”ın 80lerdeki unutulmaz parçalarından “Walk Like an Egyptian” çalar. Hem harika bir parçayla ortam hareketlenir hem de ölümden sonra yaşama inanan antik Mısır uygarlığına bir pas atılmış olur.

Bu arada Kelly isimli dışa dönük ve yaşamın tadını çıkaran Paula Abdul kılıklı kız, peşini bırakmayan ayrıldığı sevgilisinden kurtulmak için Yorkie’nin yanına oturur ve berabermiş numarası çekerler. Laf lafı açar, bir kadeh içki yuvarlanır. “Fake” isimli parça eşliğinde Kelly kızı dansa kaldırır. Şarkı dizi boyunca olduğu gibi aslında olan biten hakkında ipucu verir alttan alta. Kelly biseksüeldir, beraber olmayı teklif eder. Yorkie ürker ve apar topar uzaklaşır. Bir hafta sonra Yorkie’yi odasında ayna karşısında kıyafet denerken görürüz. Teybinde çaldığı 80lerden kalma parçaların klibindeki saç ve kıyafetlerle poz verişini izleriz. Simple Minds’ın “Dont You” parçasından Robert Palmer’ın Addicted to Love’ına (Cocktail filminin unutulmaz OST’sinde de vardı) tanıdık ve manidar şarkıların geçit töreni başlar. Sonunda Tuckers’a gider, Kelly’yi bulur ve deniz kıyısındaki rüya gibi bir evde beraber olurlar. Yorkie ilk kez birisiyle olduğunu söyler. İtiraflar, mahrem sohbetler birbirini takip eder. Gece saatler 12.00’yi gösterdiğinde ekran kararır.




Ardından Kelly bir sonraki hafta Lipps Inc’den Funky Town eşliğinde Tuckers’ı ziyaret ederek Kelly’yi arar ama bulamaz. 80lerde bir türlü bulamayınca 90lara gider. Dönemin gelişmiş televizyonlarında Alanis Morisette “Isnt it Ironic” şarkısını söyler. Film posteri olarak Scream asılıdır. Oyunlar çağın modası FPS’ye dönmüştür. Kelly ortada yoktur. Bir de 2000lere gidip bakmaya karar verir. Tuckers’a girdiğinde mekanda biseksüel eğilimleri olduğunu açıklamış Kylie Minogue’dan “Can’t Get You Out of My Head” çalarken Kelly’yi interaktif bir oyun makinası önünde bulur. Çalan şarkıların sözleri/şarkıcısıyla verilen minik mesajlar dizi boyunca eksik olmaz.

Kelly önce “Burada ciddi ilişki aramıyorum” tavrına devam eder. Yorkie üzülür ve “Maybe u should feel bad or at least feel something!” deyip gidince Kelly aynaya yumruk atar. Eline baktığında hiçbir yara olmadığını aynanın da düzeldiğini görünce bir şeylerin normal olmadığı anlaşılır. Hikaye Yorkie aracılığıyla “Benliğini nerede iyi hissediyorsan, oraya aitsindir” mesajı verir sanki. Kelly koşarak Yorkie’nin peşinden gider. Tuckers’ın terasında aşağıdaki insanlara bakıp kaçının artık ölüp gitmiş ama hala orada yaşayan insanlar olduklarından konuşurlar. Kelly kalıcı olmayacağı için bu ortamda ciddi bir ilişkiye hazırlıklı olmadığını söyler. Öpüşürler. Sahildeki eve gidip bir kez daha sevişirler. Sonra denize karşı sohbet ederler. Gece 12 olduğunda bir Cinderella hikayesi gibi yine her şey sonlanır.





Bir sonraki buluşmalarında Kelly birkaç ay sonra öldüğünde orada kalmayacağını söyler. Kocası Richard “pass over” seçeneğini istemeden ölmüştür 2 sene önce. Yorkie bir insanın nasıl olupta orada kalmayı istemeyeceğini anlayamaz. Birbirlerini gerçek hayatta ziyaret etmeye karar verirler.

Dizinin bir saatlik süresinin son üçte birlik kısmı gerçek hayatta geçer ve seyircinin kafasındaki soru işaretleri cevaplarını bulmaya başlar. San Junipero’nun, terminal hastaların son günlerinde, genç bedenleriyle istedikleri gibi yaşayabildikleri çok gelişmiş bir dijital ortam olduğu anlaşılır. Haftada 5 saat süreyle, adeta dozu ayarlanarak buraya giriş yapma hakları vardır. Fakat öldükten sonra isterlerse hep burada kalmalarına izin verilmektedir. 



Kelly sözleştikleri gibi Yorkie’yi hastanede ziyaret eder. Evleneceğim dediği hemşire Greg, Kelly’ye Yorkie’nin hikayesini anlatır. Yirmi bir yaşındayken ailesi aşırı üstüne düşen Yorkie lezbiyen eğilimlerini açıklayınca olay çıkar. Sinirle evi terk edip arabasına biner ama kaza geçirir ve kuadriplejik kalır, yani ne kolları ne bacakları tutmaz. Dinci ailesi şimdi de San Junipero’da kalması, yani ötenazi için gerekli izni vermeyince Greg ile evlenmeye karar verir böylece Greg gerekli izni imzalama yetkisine sahip olacaktır. Kelly, Greg yerine kendisi onunla evlenir ve Yorkie’nin San Junipero arzusunu yerine getirerek fiziksel yaşamına son verilmesine imza atar. Belki de bizi gerçekten sevenler, istediğimiz dünyada istediğimiz gibi yaşamımıza destek olanlardır.

Kelly sanal bir öbür dünya modeline bir türlü sıcak bakamaz. Yorkie ötenazi sonrası yaşamına San Junipero’da devam ederken Kelly onu ziyaret eder. Yorkie onun da hep orada kalması için ısrar eder. Buradaki yaşamın gerçekten farksız olduğunu söyler. Kelly buraya bir eğlence mekanı gibi baktığı için isteksizdir. Yorkie ikna edemeyince kişisel konulara girer. Kocasının burada kalmamasını eleştirir. Kelly çok sinirlenir. 49 yıllık eşi Richard kızları henüz bu teknoloji yokken öldüğü için San Junipero’yu tercih etmemiştir. Kelly bu yüzden Junipero’da kalmayı aklına bile getirmez  





Sert tartışma sonrası Kelly arabaya atlar. Yorkie’nin gençken ailesiyle tartıştıktan sonra yaptığı gibi kaza yapar. Yorkie onu yerden kaldırırken saat 12.00 olur.

Finalde ölüm yerini coşkuya bırakır. Nefis görüntüler eşliğinde “kızlar” mutlu mesut yaşamlarına başlarken çalan final şarkısı yine çok anlamlı bir seçimdir. 80lerin en sevdiğim şarkılardan biri olması ve hala ipod’umda dinlemem sebebiyle beni daha da fazla içine çekiverdi. Belinda Carlisle desem herhalde tahmin edersiniz, evet tam düşündüğünüz gibi, nasıl da bulup çıkarmışlar bu kadar coşkulu ve uyumlu bir parçayı. Gözyaşları içinde dinliyoruz:

“Ooh, baby, do you know what that's worth?
Ooh, heaven is a place on earth
They say in heaven love comes first
We'll make heaven a place on earth
Ooh, heaven is a place on earth
Ooh, heaven is a place on earth”





DÜŞÜNCELER...ÇAĞRIŞIMLAR...ATIFLAR
Finalde Yorkie evin önünde kornaya basınca Kelly’nin çıkmasıyla tarifi zor bir mutluluk hissi geçti bana da. Kızlar arabayla neşe içinde yolculuk ederken zihnimden bir parça kopup Yorkie ve Kelly’le beraber o arabanın içine girmişti sanki. Çok başka bir bölümdü.

Aslında Kelly’nin finaldeki seçimi müthiş bir cesaret istiyor. Düşünsenize, dini inançların binlerce yıldır kafamıza işlediği cenneti, teknolojik bir cennete değişiyor. Öbür dünyada sevdiklerinle beraber olma inancını elinin tersiyle itiyor. Diğer bir deyişle teknoloji, teolojiye haklı bir darbe yapıyor. Gerçekliği belli olmayan bir cennet kavramına, sınırları belli olsa da ne olduğunu bildiği bir mutlu hayatı tercih ediyor Kelly. Çok cesur bir adım. “Hang the Dj” bölümündeki isyanın bir başka şekli. Mantığın, öğretilmiş inanca başkaldırdığı bir şahsiyet hamlesi. Akıllara Matrix'ten Morpheus'un sözleri geliyor:

Morpheus: "What is real? How do you define 'real'? If you're talking about what you can feel, what you can smell, what you can taste and see, then 'real' is simply electrical signals interpreted by your brain."


San Junipero’ya dönersek, Kelly aslında öğretilmiş ama bir parçanmış yanılsaması yaratan ahlaki değer yargılarıyla mücadele içinde. Bir taraftan Yorkie’yle mutlu ama bir taraftan da ölmüş ailesine olan sözünü bozacakmış gibi hissediyor. Westworld’de fiziksel dünyada istediğiniz fantaziyi kendinize zarar gelmeden yaşarken, burada daha ileri düzeyde bir teknolojiyle, yani bedeninizi terk ederek, aynısını siber ortamda yaşayabiliyorsunuz. Bir nevi tekno astral seyahat.

Yorkie'nin daha gençliğinin başında yaşadığı ve hayatını çekilmez hale getiren trafik kazası sadece bir sembol. Yanlış bir evlilik, hatalı bir meslek seçimi ya da elimizde olan/olmayan pek çok kaza/hata insanın geri kalan hayatını felç edebilir, bitse de kurtulsak dedirtebilir. San Junipero kenti biyolojik yaşamın sınırsız olasılıklarında kaybolmuş olanlara sınırlı olasılıklarla yeni bir hayat fırsatı sunarken, ölüm ötesine teknolojik bir yorum getirerek, teolojinin bu alandaki tekelini kırma yolunda minik bir adım atmayı da ihmal etmiyor.

San Junipero terminolojisi dil oyunları da içeriyor. Mesela İngilizce’de ölüm için kullanılan “Pass away” lafı yerine “pass over” kavramı türetilmiş.

Kelly: “uploaded to the clouds, just like heaven!”

Sanal gerçekliğin yarattığı cennet kavramı, dini terimlerin teknolojik muadilleriyle tarif ediliyor. Yeni bir kelime bulmak yerine, mevcut kelimelerin anlamları güncellenmiş oluyor. Mesela cennet bulutların ötesi gibi düşünülür, dizide de “cloud”a (bulut) yüklenmek olarak kullanılıyor. 



San Junipero ismi rastgele bir seçim gibi gözükmedi bana. Juniper (ardıç) Eski Ahit’te korunmanın, yani bir anlamda muhafaza edilmenin sembolü olarak kullanılıyor. Kraliçe Jezebel’in gazabından kaçan Elijah, melek görünümlü bir Juniper ağacına sığınarak yaşamda kalmasıyla biliniyor. Yine bir İncil hikayesinde İsa çocukken Kral Herod’un askerlerinden bir Juniper ağacı sayesinde kurtulduğu anlatılıyor. Fakat bence esas temsil ettiği anlam yakınlığı, Nepal'de iyi bir karma için ardıç ağacı yakılması geleneğiydi. 

İsmin Yorkie olması, evde sıkı kontrol altında tutulmasından olabilir. Yorkshire Terrier ırkından hareketle evcil yetiştirilen bir kız çağrışımı yapması hedeflendi herhalde.  

OST dinamit gibi. Seyrederken epey kıpırdandım. Tuckers benzeri bir yer olsa her hafta giderim. Hem bir nostaljik gezinti yapmış oldum hem de tanıdık parçalar arka arkaya yığınla anıyı çağırıp durdu. Özlemişim çoğunu. Herhalde benim gibi hisseden çok insan olmuş ki bu bölüm için Clint Mansell’in imza attığı "score" albümü çıkarıldı. Yalnız Alphaville'den "Forever Young" şarkısı da hem sözleri hem 80ler tarihli olması sebebiyle tam bu bölüme uygun olurdu bence. Bu kadar zekice hazırlanmış bir OST'de mutlaka akıllarına gelmiştir ama telif sorunu çıkmış olabilir ya da tarih tam uymamıştır belki. 


Dizinin sonunda öldükten sonra bilinçlerini saklayıp orada yaşamalarını sağlayan firmanın ismi TCKR Systems, yani Tuckers’ın sessiz harfleri.

Okyanus kıyısındaki ev imgesi önemliydi. Hayatımızda en özgür ve mutlu hissettiğimiz evreyi sembolize ediyordu bana kalırsa.

Yorkie’nin elleri ve ayaklarını kullanamayan hali, Dalton Trumbo’nun yazıp yönettği "Johnny Got His Gun" filmindeki benzer durumda olan askeri anımsattı. Hani Metallica’nın meşhur “One” şarkısına ilham veren film. Bu teknoloji olsa, o asker alternatif bir sanal evrende ne kadar mutlu yaşayabilirdi. İnsanların ahmaklığını ve alçaklığını, teknolojiyi öcü gibi göstererek, günah keçisi yaparak gözden kaçırma eğilimini tehlikeli buluyorum. 

Genelde distopik film/dizi/kitapların yazıldığı günümüzde ütopya diyebileceğimiz bir gelecek sunması açısından farklı bir yaklaşımdı.  Dizinin genel ismini “Miracle Mirror” olarak değiştiren bir bölüm oldu anlayacağınız :) Aslına bakarsanız benim de geleceğe teknoloji açısından bakışım bu yönde. Teknolojinin sebep olduğu olumsuzluklarla kıyasladığımda, olumlu katkılarının çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Şairin dediği gibi "güzel günler göreceğimize" inananlardanım. Ve bunda teknolojinin sanılandan çok daha büyük katkısı olacak gibi duruyor. 



San Junipero’da cinsellik ancak bir alt metin olabilir, çok daha ciddi meseleler var, ama bu konuda da birkaç cümle etmek istiyorum. Birbirini arzulayan insanların sevişmesi en doğal insan hakkıdır. Hatta her canlı türünün hakkıdır. Yaşamın temel taşıdır. İnsanların cinselliklerini kendi çıkarlarına göre terbiye etmek isteyen inanç ve siyasetlerin yaşamaya hakkı olmadığını düşünüyorum. Sen yaşamın kendisinden daha mı iyi bileceksin benim genetiğim için kimin iyi olduğunu! Yalandan “demokrasi var, her fikre saygı duyulmalı” palavrası midemi bulandırıyor. İster ırkçılık, ister ahlakçılık, ister dincilik ister ahmaklık sebebiyle olsun kendi damızlık kurallarını dayatan hiçbir görüşe/sisteme hoşgörüyle bakılmamalı. Kendin için istediğini düşün, ama beni katma. Konjonktürel zorunlulukları bahane edip  uyduruk gruplaşmalar icat ederek bunların gerektirdiği davranış paternlerine uymamızı beklemek bizi aptal yerine koymaktan farksız. Yok Türksün yok müslümansın yok bilmem nesin. Belki ben ateistlerle daha mutluyum. Belki Danimarkalılarla Türklerden daha iyi anlaşıyorum. Belki en yakın arkadaşım bir travesti. Size ne! Sanki bir haltmışsınız gibi sizden olmak zorunda değilim ki…Yaşamım boyunca beğenmediğim insanlarla aynı mekanda olmaya, herhangi bir bağlantım olmasına, aynı gruptaymış gibi gösterilmeye tahammül edemedim. Vicdanım da aklım da reddediyor. Kişiliğimi ortaya koymama engel olan, beni içime içime iten, hele de istediğimle sevişmeme bile engel olmaya kalkan her türlü baskı unsuru inancı/geleneği/eylemi/sosyal iklimi namussuzluk olarak görüyorum.



Alternatif gerçeklik konusunda da söylemek istediklerim var. San Junipero, bir nevi ruh/bilinç huzurevi gibiydi bir açıdan. Bedenin iş göremez hale geldiğinde yatağa bağımlı kalıp tıbbi destekle berbat bir yaşam sürdürüp adeta gün dolduracağına, sağlıklı halinle yeni bir dünyada var olma imkanı sunuyor teknoloji. Her türlü duyunu kullanabildiğin harika bir alternatif yaşam. Buraya kadar bence nefis bir hizmet modeli. Keşke şu anda olsa dedirtiyor insana. Ama ölümden sonra bir “döngü” olarak aynı bilinçle ve hür iradeyle beğendiği başka bir gerçeklikte yaşamayı insanın kendisinin tercih etmesi kısmı çok insan-merkezci bir görüş gibi geliyor. Cennetine bile kendi karar veren bir canlı türü…Bazı şeylerde ya da bir noktadan sonra son sözün bizde olmadığı ya da olmaması gerektiği fikri bana daha yakın. Bunu herhangi bir inanç ya da dine uymadığı için söylemiyorum. Bir dine mensup değilim, hiç olmadım. Diğer yandan başka bir bakış açısına göre mesela İbrahimi dinlerle bu durum görünüşte çelişir gözükse de özünde öyle olmadığını düşünüyorum. Hangi gerçeklik kimin yapımı olursa olsun neticede kendi seçimlerimizin bir sonucu oluyor. İnsan yine kendi seçimlerinin sonucunu yaşamış oluyor ki cennet ve cehennemin de insanın seçimi olduğu söylenir bu dinlerde. Yani hür irade başrolde yine. 


Daha bilimkurgusal bir açıdan baktığımda ise farklı bir boyutu görebiliyorum. Belki gelecekte herkes yaşlanmayı hastalanmayı falan beklemeden kendi ütopyasının alternatif gerçekliğini yaşamayı tercih edecek. Bildiğimiz anlamda biyolojik hayatımız ise bu amacın gerçekleşmesi için vakit ayırmak zorunda olduğumuz bir”iş yerine” dönüşecek. Sanal ortamlarda varolmak için ödediğimiz bir biyolojik bedel olacak bedenlerimiz. “Bedenden bedele evrileceğiz”. Yani bedenine bakmak için “organik hayatına” sanki işe gider gibi gidip belli görevleri yerine getireceksin. Bu çalışma karşılığında alternatif gerçeklik kredisi (orada geçireceğin süre) kazanmış olacaksın. Tıpkı arcade makinasının başında ancak jetonla o dünyaya adım atabilmemiz gibi. Mesela bütün yıl çalışıp yazın iki hafta tatil yapıyor insanların çoğu şu anda. Gelecekte 2 hafta sanal gerçeklik tatli için çalışıp didiniyor olmamız çok da hayalcilik gibi gelmiyor. Yanlış olacağını da düşünmüyorum.


Bir başka konu ise yaşamın sonsuz ihtimallerini simüle edebilmenin imkansız olduğunu düşünmem. Ne kadar gelişmiş olursa olsun insan yapımı dünyaların ölümcül bir tekrar riski taşıyabileceğine yakın duruyorum. Diziden bağımsız olarak şahsi inancım, yaşanması gereken hayatın, yapma bir cennetten daha kıymetli olduğu şeklinde. Ama hayatın sonunda buradaki gibi bir sanal dünya çekici geliyor doğrusu. Diğer yandan kozmik bir mistisizme inanmak, ilahi bir adaletin, fark etmiyor olsam da, benim ve tüm evrenin yararına çalıştığını düşünmek, ilkel zihnimi rahatlatıyor. Bilincinde olduğum yaşamı değerlendirmekten başka elimden bir şey gelmeyeceğini kabulleniyorum ama bu, üst bilinçlerin varlığını sezmeme ve onlara ulaşmaya çalışmama engel değil, tam tersine motivasyon oluyor. Yolcu olduğumun farkındayım. Yolda olmak huzur veriyor. 

Son söz:
San Junipero'yu sevdim. Hem de bugüne kadar anlatılan cennetlerin hepsinden daha fazla.  










Bu içerik Kuzey Kalesi tarafından hazırlanmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...